toplumsallaşmış narsisizm-milliyetçilik

 

 

SAVAŞLARIN GİZLİ NEDENİ: TOPLUMSALLAŞMIŞ NARSİSİZM:       MİLLİYETÇİLİK

 

 

 

Tüm kavgalar “ben” ve “öteki” arasındadır. “Biz” ve “ötekiler” ayrıştırması da aslında “ben” ve “öteki” nin türevidir. En temelde “ben” ayrımından başlar, ben merkezli, Bir başka deyişle ben-cilce-dir. Toplumların kavgası ise savaştır.

Kişi ham halinde (çocukken) ilk olarak kendini sever. Bu dönemde çocuk saf narsisttir(meraklısına not: kelimenin doğrusu narsisist olmasına rağmen biz bu yazıda kolay söylenmesi nedeniyle yaygınlaşmış yanlış biçimi olan ‘narsist’ i kullanacağız). Kendisine olan sevgisinden dolayı ailesini, köyünü, şehrini, ülkesini sever. “Ben” merkezinden başlayıp genişleyen halkalar şeklinde etkisi azalarak yayılır. Bu, sevginin en ilkel varoluş biçimidir. Aynı zamanda çocuk egosantrik (benmerkezci) düşünür. Bencildir. İstek ve arzularının hemen doyurulmasını ister, onları erteleyemez, yönünü değiştiremez, başka alana transfer edemez.

Geliştikçe (gelişme büyümeden farklı olarak bir ruhsal olgunlaşmayı ifade eder.) empati(duygudaşlık) yapmayı, kendisini başkalarının yerine koyarak değerlendirmeyi, sadece kendi çıkarları için değil ötekilerin de çıkarlarını gözeterek hesap yapmayı, isteklerini arzularını diğerlerinin de kabul edeceği yer ve zamana ertelemeyi öğrenir.

Aynı zamanda insanoğlu ruhsal ve zihinsel olarak gelişip tekâmül ettikçe kendi benliğine ve onun uzantılarına (akrabalar, hemşehriler, vatandaşlar, arkadaşlar vs.) olan sevgisinin yanında kendisinden bağımsız, daha yüksek değerlere de ilgi ve sevgisini yöneltir.  Doğruluk, güzellik,  adalet, estetik, dürüstlük, ahlak, özveri gibi değerler önem kazanır. Kişinin ruhsal ve zihinsel olarak gelişmişlik düzeyine bağlı olarak ikinci grup değerler birinci grup karşısında daha güçlü olabileceği gibi eşit güçte ya da daha güçsüz de olabilir. Bu gelişimini tamamlamış kişi dürüst yabancıyı kötü kardeşine tercih eder.

Birinci grup değerlerini aşamayan, kendisini seven, kendi çıkarlarını kollayan, kendisini beğenen her yerde kendisini öven, başkalarını küçümseyen bir insan düşünelim. Herkesin tepkisini çekecek ve ayıplanacaktır. Ama aynı özellikleri kolektif ölçekli olarak yani “ben” yerine “biz” koyarak ifade eden bir milliyetçinin söylemini neden o derecede yadırgamayız. Çocuksu, ilkel, bencil bir duygunun toplumsallaşmasıdır bu. Mesela adalete aykırı olarak kişisel çıkarlarını her şeyin üstünde tutan biri ayıplanır ama “ulusal çıkar” söz konusu olunca akan sular durur. Oysa farkı yoktur aslında. Çıkar toplumsallaştıkça meşrulaşmış gibi algılanır. Bu toplu bir illüzyondan başka bir şey değildir. Kişisel hak ne kadar meşruysa toplumsal hak da o kadar meşrudur. Ve kişisel çıkar ne kadar gayrimeşru ise adalet karşısında ulusal çıkar da o kadar gayrimeşrudur.

Öte yandan bireyin yaşadığı bu olgunlaşma süreci toplumsal yapılarda da benzerdir. Bazı toplumsal organizasyonlar bireyin çocukluk dönemine karşılık gelirken bazıları ergenlik bazıları ise erginlik ya da erişkinlik dönemine tekabül ederler.

Örneğin bir yardım kuruluşu, tarafsız bir adalet kurumu veya bir sanat-kültür kurumu(ikincil örtük amaçlar taşımamak kaydıyla) insanın erişkinlik dönemine karşılık gelirken milliyetçi bir parti, dernek ya da ortak çıkarlar (hak değil) etrafında bir araya gelmiş herhangi bir organizasyon insanın çocukluk döneminin toplumsal karşılığı olmaktadır.

Milliyet, yaygın bilinen anlamıyla bir kan bağı veya çıkar birliği türevidir. En iç merkezinde yine “ben” vardır. Bununla bağlantılı olarak da milliyetçilik, toplumsallaşmış bir bencilliği ve narsisizmi içinde taşır.

Keza “milli çıkar” ve “vatan hainliği” kavramları üzerinde düşünmek gerekir. Esasen milli çıkar tarih boyunca milletin çıkarından çok egemen yönetici erkin çıkarlarını temsil etmiştir. Kabilenin, klanın ortak çıkarı gerçekte büyücünün, şamanın, kabile reisinin çıkarıdır. Modern ulus devletlerde de durum aynıdır. Vatan hainliği kavramı da aslında bu zümrenin çıkarını güvenceye alma işlevi görmektedir. Bir insan önemli bir konuda ülkesinin, toplumunun yönetici iradesiyle paralel düşünmüyor ve farklı bir tercihte bulunuyor ise durum ne olacaktır. Vatan hainliği olarak isimlendirilen muhalefet ve karşı koyuş bir şahsi menfaat karşılığında ortaya çıkıyor ise bu tanımlamaya itirazımız olmayabilir, ama aksi durumda bir “vicdani ret” veya “vicdani muhalefet”ten söz etmek daha yerinde olacaktır.

Ancak bu serinkanlı düşünceleri başkaları için kabul etmek kolay olsa da iş kendimizi kendi ailemizi, kendi ulusumuzu sorgulamaya genlince iş değişir. Çünkü kendi milliyetçiliğimiz bizim kör noktamızdadır. Onu kolay kolay fark edemeyiz. Fark edebilmek için adeta kendi dışımıza çıkarak, her şeyi yeniden sorgulamamız gerekir(ezberimizi bozmak). Böylece kendi aidiyetinden ve içinde bulunduğu topluluğun ve ulusun menfaatlerinden ve baskısından bağımsız düşünebilen davranabilen ve gerektiğinde tavır alabilen, kendi kimliğinden ve konumundan etkilenmeden adaleti tek kıstas olarak değerlendirebilen kişi gerçek erişkin (tekâmül etmiş) kişi olacaktır. Edward Said bir kitabına adını verdiği “entelektüel” i tanımlarken aynen yukarıdaki kriterleri belirtir. Ona göre bunu yapamayan kişi aydın olamaz. Bunu yapabilmek zordur. Zor olduğu için de az sayıda insan bunu başarabilmektedir.

Örnek olarak; bir Fransız olduğu halde Fransa’nın Cezayir’in ulusal kurtuluş mücadelesi sırasındaki katliamlarına şiddetle karşı çıkan ünlü filozof Jean Paul Sartre, Fransa’ya sadece karşı çıkmakla kalmayıp Cezayirlilerin safında kendi ülkesinin askerleriyle çarpışan ünlü psikiyatr Frantz Fanon, tarafını kan bağı veya vatandaşlık (ortak çıkar) bağıyla değil vicdanı ve adalet duygusunun rehberliğinde belirleyen ve bir Yahudi olduğu halde İsrail’in ve ABD’nin şiddet politikalarını sürekli eleştiren bir aydın olan Noam Chomsky bu zoru başaran şahsiyetlerdendir. Onlar milli çıkarlarını değil, adaleti ve vicdanlarını esas almış gerçek kahramanlardır. Oysa kendi toplumları için yaptıklarının teknik tanımı “vatan hainliği”dir.

 Bizim toplumumuzda ve tarihimizde böyle şahsiyetlerin olup olmadığını yoksa niye yok olduğunu ise okuyucuya bırakıyorum.

Gerek bireyler gerek toplumlar ve devletler ötekine karşı saldırıya geçerken “bizim senin/sizin sahip olduklarınızda gözüm-üz var” demezler. Bireysel bencilliklerin hedefi olan bireysel çıkarların bileşkesi olan ulusal çıkar kutsallaştırılır. Milliyetçilik ve kahramanlık söylemleri bu zor yenen yemeğin hazmını kolaylaştıran soslardır.

İnsanlar tarihin ilk zamanlarından beri klanın, kabilenin, sitenin, milletin çıkarını kutsallaştırmışlardır. İlkel tabuların azımsanmayacak bir kesiminde toplumsal çıkar-yarar fetişleştirilir ve bu uğurda insanlar birey olarak kurban edilir. En etkili tabulardan biri de toplumsal çıkarlara “ihanet” etmektir. Bu gün, modern zamanlarda bile ülkesinin çıkarı aleyhine, -doğru ve adil dahi olsa- bir yanlışı dile getiren, muhalefet eden, ”karşı” tarafa destek veren kişi lanetlenerek dışlanmaktadır(vatan haini). Bu anlamda ve bu nedenle “milli çıkar” halen bir modern tabu olarak işlev görmektedir. Sartre’ın bir Fransız olarak Fransa’ya karşı savaşan Cezayirlilerin safında yer almasını çoğumuz takdir ederiz, alkışlarız ama “bizden” birinin aynı şeyi yapması yine de ihanettir ve vatana ihanet en büyük suçtur. Sartre da Amerika’nın ya da Almanya’nın zorbalıklarına karşı çıkmakla yetinebilirdi ama o zor olanı, Fransa’nın yanlışını görmeyi ve onunla mücadele etmeyi tercih etti. Her kes kendi evinin önünü süpürmeliydi. Ama çoğunluk “bizim evin önü zaten temiz” diye düşünmeye eğilimlidir.

Evimizin önü gerçekten temiz mi? İşte herkesin sorması gereken soru bu. Çoğunlukla bu sorunun hiç sorulmaması ve sorulduğu veya sorulur gibi yapıldığı zaman da doğru cevaba karşı kör kalınması karşısında Franz Fanon’un yakarışı;  “…son duam da şu; uy ruhum, hep soru soran bir ruh olarak kal!”.  Franz Fanon, soru sormasaydı, Fransa vatandaşı olmasına ve daha önce Fransa adına katıldığı ve yaralandığı bir savaşta cesaret nişanı almış olmasına karşın Cezayir Bağımsızlık Savaşında direnişçilerin safında yer almayacak, önce Cezayir Kurtuluş Cephesinin sözcülüğünü daha sonra da Geçici Cezayir Hükümeti adına Afrika ülkeleriyle ilişkileri yürütmeyi üstlenmeyecek, katıksız bir “vatan haini”(!) olduğu için iki kez suikasta maruz kalmayacaktı.

Soru sormak belalı işti…

 

Dr. Gıyasettin EKİCİ

Psikiyatr