ölüm korkusu. bir adam yaratmak’a dair psikiyatrik bir okuma

BİR ADAM YARATMAK’A DAİR PSİKİYATRİK BİR OKUMA:

 

ÖLÜM KORKUSU

 

Psikiyatri duygu, düşünce ve davranışlarla ilgilenir. Bu üç alandaki uç yaşantılar ile “normal” arasındaki ilişkiyi irdeler. Bu sıradışı yaşantılara ulaşmak veya dokunmak ise sanatın hem ilgi duyduğu hem de amaç edindiği hedeflerdendir.

Bu yönüyle birçok sanat yapıtı sıra dışı düşünceler ve duygular duyumsatabilmeye kurgular kendisini. Bir şarkıdaki hüznün, bir türküdeki coşkunun derinliği ve yoğunluğu bize o eserin kimliğinin önemli ölçütlerinden birini verir.

Bir müzik eleştirmeninin bir klasik müzik kompozitörü hakkında(yanılmıyorsam Mozart için idi) “hayatında derin acıları hiç yaşamamış olması sanatında büyük bir yeteneğin varlığı görülmekle birlikte derinliğin olmamasını sonuç vermiştir. Bu kadar rahat bir hayat yaşamamış olsaydı çok daha nitelikli ve derin eserler verebilirdi, Beethooven’ın ondan farkı sanatına da yansıyan derin acılar yaşamış olmasıdır” değerlendirmesini yapması hiç de haksız sayılmaz.

Bu nedenle yazarların yaşamlarındaki derin duygudurum dalgalanmaları sırasında önemli eserler verdiklerini, Virginia Wolf, Charles Dickens, L.Tolstoy, Beethooven, Michalengelo, Hemmingway, Vincent Van Gogh gibi pek çok sanat üreticisinin derin depresyon yaşantılarını sanatlarına kattıklarını biliyoruz.

“Bir adam yaratmak”  oyununda aşırı duyarlılığı acı kaynağı haline gelmiş bir yazar portresi ile karşı karşıyayız. Oyun yazarının kendi portresidir bu. Yazar oyun kahramanını konuşturur bile denemez. Çoğu zaman konuşan yazarın kendisidir:

“…ben şehirleri, sokakları, kahveleri dolduran seri malı insanlardan değilim. Keşke onlardan olsaydım. Onlar sıhhatli, tabii, mükemmel mahlûklar. Benim en lazım tarafım sakat. Ben Allah’ın yalnız acı çeksin, yalnız kıvransın diye yarattığı bir öletim galiba. Kâinatı dolduran her hadise, her hareket, benim için bir işkence vesilesi. Bir türlü rolümü ve rahatımı bulamıyorum. Tabii zevkleriyle yaşayan hayvanlara bakıyorum da, ne güzel, ne emniyetli bir vasıtanın öksüzü olduğumu anlıyorum. Ben, içindeki hayvanı ürkütmüş, incitmiş bir hastayım.”

Oyun kahramanı Husrev’in ağzından söylenen bu sözler oyun yazarının şiir kitabına aldığı

                                   “Biri kazan kaynatsa sanki ben pişiyorum

                                     Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum”

Dizelerinde de karşımıza çıkan kendi duygularının,”marazi” duyarlılığının bir ifadesidir. Bu duyarlılık ve farkındalık başkalarının çekmesi gereken acıları da kendisine yükler. Çünkü fark etmeyen hissedemez: “…Öyle bir hakim tasavvur et ki, karşısına çıkarılan suçluların cezasını kendisi yüklensin. Ne tuhaf değil mi? Kendisi yükleniyor. Çünkü biliyor ki o suçlular, elindeki kanunun hikmetinden biç bir şey anlamazlar. Mesul değillerdir…”

Yukarıdaki alıntıda karşımıza çıkan ve oyun boyunca tekrar eden bir duygu da duyarsızlığın, varoluşun çekici ve baş döndürücü sırları karşısında bön bir vurdumduymazlığın “normal” ve “sıhhatli” olarak algılanmasıdır.

Oysa yazarın içindeki ruh “her şeyin içyüzünü kurcalıyor, tırmıklıyor. ..Müthiş bir çirkinlik korkusu ve güzellik kaygısı içinde çırpınıyor…”  Sıradan insanın kaba idraki ne tanrının yazdığı oyunun bir parçası olarak kendi yaşadıklarını, ne de kendi rolünün de içinde seyrettiği yaşamın büyük sahnesini kavrayamaz ve bu onu acıdan uzak tutar. Bilinci donuk, bir rüyada gibidirler. Ve oyun kahramanı (yazar) bu rüyadan uyanmış olmanın anksiyetesini yaşamaktadır. “İnsan kaderini bir rüya gibi uykuda bulur. Bu rüyayı uyanık nasıl seyredeyim? Allah’la kalabalık arasında kaldım. Boşlukta nasıl durayım?…”

Bu yeni bilinç düzeyi, yazarın kendi yaşam serüveninde de karşımıza çıkan bir sorgulama ve yargılama sürecinin ardından ortaya çıkan dönüşüm sancılarının da kaynağı olur: “…Bir de baktım ki hiçbir şey eski heyetinde değil. Bir de baktım ki eskiye ait her şey yanlış. İlk mektepte fizik, coğrafya dersinde okuduğum şeyler yanlış. Ana, baba, dost, kadın hakkında bildiklerim yanlış. Su yüzüne çıkan bir leş sırtı gibi bambaşka bir dünya, bambaşka iklimleri, bambaşka insanlarıyla dünyamın yerini aldı. Bir de baktım ki her şey ama her şey yeniden muayeneye, yeniden tahkike muhtaç! Doğrusu bu muydu? Ne bileyim? Soğan gibi iç içe, gömlek üstüne gömlek giyinmiş sayısız dünyalar görüyorum. Hangisi doğru ne bileyim? Tek bir şey mi doğru?…”

Aslında dünya tektir. Farklı olan bu tek dünyanın ve varoluşun anlamlandırılmasıdır. Varoluşun neliğine ilişkin yorumların oluşturduğu her anlam öbeği, bu muammanın çözümü için, kendi içinde, birbirini destekleyen bir başka deyişle ‘iç tutarlılığa sahip’ şifreler önerir. Farklı olan dünyalar bu farklı kodların, şifrelerin temsil ettiği paradigmaların yansımalarıdır.

İnsanoğlunun hayatı anlamlandırma konusundaki ısrarının arkasındaki asıl amaç ise çoğu zaman ölümü anlamlandırma çabasıdır. Hayatı yorumlayan paradigmanın zorunlu uzantısı olarak ölümün neliğine ilişkin kodlar ortaya çıkar. Bu kodları çözmek, her devirde yaşayan insanların en temel ilgi alanı olmuştur. Ölüm bizi hayatı okumaya zorlar.

Epikürcülere göre, hayatın bulunduğu yerde ölüm yoktur; ölüm geldiği zaman ise biz (hayat) olmayacağımıza göre ölümden korkmak anlamsızdır.

Stoik felsefenin formülü “iyi yaşamak, iyi ölmektir” şeklindedir. Ve bu formülü şöyle açımlayabiliriz: 1-“Ölümü fark etmek”, 2-“hayatı fark etmek”le sonuçlanır. Hayat anlam ve değer kazanır. 3-Birinci aşamada ölümü, ikinci aşamada hayatı fark eden kişinin varoluşu kavrayışında niteliksel bir sıçrama olur ve dördüncü aşama “daha iyi bir hayat”tır.

Annesi, babası, çocuğu  ya da eşinin ölümünden sonra hayatında niteliksel büyük değişimler yaşayan, adeta bir başka insan gibi düşünen bakan ve yaşayan birçok insan tanırız. Bu değiştirici etki, kişinin bizzat ölümle çok yakından temas edip yeniden yaşamaya devam ettiği, ölümle göz göze geldiği durumlarda da sık görülür. Oyunda, kahramanın babası intihar ederek hayatına son vermiş ve bunun etkileri hala devam etmektedir. Bunun üzerine bir de aynı evde yaşadığı ve gizli bir aşk beslediği kişinin (Selma) kaza sonucu kendi elindeki silahtan çıkan kurşunla ölmesi eklenince, asal ekseninde ölüm korkusu bulunan bir duygu ve düşünce anaforunun onu adım adım ölüme sürükleyişine şahit oluruz.

İnsanoğlunun kuşkusuz en temel ve en güçlü isteği yaşama dürtüsüdür. Bu en temel dürtünün önündeki en büyük ve kaçınılmaz tehdit olan ölüm ise insanoğlunun en temel korkusunu oluşturur ve birçok sanat eserine konu olur. H.Hesse, “Sidharta” da “doğan bebeğin içinde ölüm var, Govinda!” diyerek çığlık atar. Cemal Süreya, “her ölüm erken ölümdür, tanrım!” diye haykırır. Tolstoy, İvan ilyiç’in Ölümü’nde tüm roman boyunca ölümü kurcalar. Kendi iç çalkantılarını ve gel-gitlerini okuyucuya sunar… Van Gogh(1853-1890), 37 yıllık kısa hayatının sonlarında yaşadığı derin ölüm korkusunu önce tablolarına yansıtır. Alev alev göğe yükselen servileri, yanan dağları, sarı ve turuncunun hâkim olduğu renkleriyle tablolar ürkütücüdür. Daha sonra ölüm korkusunun ölüme sürüklediği ressam, birkaç gün önce boyadığı “kargalı buğday tarlası” tablosundaki  tarlaya giderek, göğsüne ateş eder ve kaldırıldığı hastanede ölür.

Oyunda olduğu gibi korku, merak, ümit, öfke ve daha birçok duygunun içiçe çalkalandığı bir kaostur ölümün hissettirdikleri. Ölüm kavramı insanlık tarihi boyunca hiçbir insanın kayıtsız kalamadığı ürkütücü, esrarlı, insanların merakını tahrik eden ve birçok dini ve felsefi sistemin kendisini bu merak üzerine yapılandırdığı özel bir niteliğe sahiptir. Başkalarının ölümleri de bizi çokça ilgilendirir. Her ölümde kendi ölümümüzden bir parça buluruz çünkü… Her ölüm varolanla aramızdaki bağın bir ilmek gevşemesidir. Ve biz bu örgüde bir ilmek olduğumuzu biliriz.

Ölüme yönelik en kabullenici, hatta istekli görünen durumlarda bile ambivalans(aynı konuda iki zıt duygunun bir arada bulunması) vardır. Oyun yazarıyla aynı kimliği taşıyan şairin “Ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda/Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda”beytini aynı şairin “Ölüm güzel şey budur perde ardından haber/Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber…”beytiyle telif etmeye kalktığımızda ise ölüm karşısında karmaşık bir duygu halitasıyla karşılaşırız. Şair kendi içindeki ölüme karşı çıkışa karşı çıkar.

 

Ölüm korkusunu azaltan bir psişik mekanizmayı insanoğlu kendi varoluş tarihi boyunca kullanmıştır. Bu kısmi teselli bir “öte dünya” bir ikinci yaşamın varlığı inancıdır. Yahya Kemal

“Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile                          

                                          Avunmak istemeyiz böyle bir teselli ile”

derse de insanlar bu teselliyi hep istedi ve aradılar. Bunun aksi bütünüyle yok olmaktır ve bu insan psikolojisinin taşımakta zorlanacağı ağır bir yüktür. Schopenhauer, “ölüm düşüncesi, ölümün kendisinden daha ıstıraplıdır” der. Oyunda ölüm korkusu (aynı zamanda oyundaki oyunun adı) ve onun ötesindeki yok olma korkusu güçlü bir şekilde dile getirilir. Ölüm korkusu, fısıltıyla başlayıp çığlığa dönüşen bir cinnet müziği gibidir. “… Yaşayamıyoruz. Resimlerimiz, fotoğraflarımız kadar yaşayamıyoruz. Mendilimiz, gömleğimiz, potinlerimiz kadar yaşayamıyoruz. Bir sigara kâğıdını şu masaya koy, üstüne bir taş bırak, kapıları kapa ve git! Üç yüz sene sonra gel, yerinde bulursun. Belki sararmış, belki buruşmuş, fakat yine o, bir sigara kâğıdı kadar yaşayamıyoruz. Kefenimizden evvel çürüyoruz. Duyuyorum! Kulak ver, sen de duyarsın! Toprak altında, milyarlarca kurdun, çıtır çıtır çıtır dut yapraklarını yiyen milyarlarca ipekböceği gibi, milyarlarca ölüyü yediğini duyuyorum…” VE ardından bu korku bir perde daha derinleşerek yok olma korkusuna dönüşür. Ağır, çıldırtıcı bir yakarış: “Allah’ım, ben yok olamam! Her şey olurum, yok olamam. Parça parça doğranabilirim. Nokta nokta lekelere dönebilirim. Tütün gibi kurutulabilir, ince ince kıyılır, bir çubuğa doldurulur, içilir, havaya savrulabilirim fakat yok olamam. Mademki bu kadar korkuyorum, yok olamam... Razıyım bir kertenkele olayım. Kızgın yaz günlerinde bir bahçe duvarına tırmanayım. Tırnaklarımı tuğlalara geçireyim. Yeşil ve ıslak sırtımı güneşe vereyim. Fakat güneşli sırtım arasındaki öpüşmeyi duyayım. Tuğlaların incecik zerrelerini sayayım. Kovuklardaki böceklerin, bir boru içinden bakar gibi bana baktıklarını göreyim ve düşüneyim…. Ben yok olamam. Ağlarım, tepinirim, çatlarım, çıldırırım, ölürüm, fakat yok olamam…” Son cümlede  “ölmek” ve “yok olmak” durumları, kavramsal olarak tamamen ayrışır.

 

Ölüm korkusu bazen o denli güçlenir ki kişi bu korkuyu daha fazla yaşamamak için –paradoksal bir sonuçla- ölmek ister. Bu, insanoğlunun yaşamındaki zorlu çelişkilerden biridir.

Oyunda da oyun başkişisinin duyduğu ölüm korkusu onu sürekli intihar düşünceleriyle baş başa bırakır. Varoluşu anlamlandırma çabasının(bilişsel) ve duygusal duyarlılığın (emosyonel) ortaya çıkardığı anksiyetenin payı varsa da asıl etken bu yok olma korkusudur. “Ölüme ilaç ölümdür” tümcesi bunun ifadesidir. Aktardığı bu cümle babasına aittir ve babasının ölüm nedeni de bu korkudur.

Bir ucunda doğum, diğer ucunda ölüm olan yaşam sergüzeştimizin görünen yüzü olan, hemen her zaman ve her dinde en çetrefilli ve önemli konulardan biri olan “kader”kavramı ve insan iradesinin sınırları, iç içe geçmiş karmaşık ve insan zekâsını dürtükleyen anlatımlarla bir labirent gibi örülür:

“Bir adam yaratmaya kalkıştım. Ona bir surat ve kader bulmak. Nereden bulayım? Kendimi buldum. Suratsız ve kadersiz adam şahlandı. Zincirini kırdı. Elimden kaçtı. Ben insanım. Beni arkamdan vurdu. Suratsız ve kadersiz adam benim suratımı takındı. Kalıbımı giyindi. Kaderimin içine yattı… Benim de kaderim buymuş… Yaratıcı neymiş yaratmaya kalkışarak tanıdım. Yalancı ilah, doğrusunu tanıdı…”

Yaşanan gerçek hayat, “normal” kabul edilen, ortalama, beklenen, umulan, sıradan bir nedensellik örgüsüne tabi olmaz ama biz hayatı bir sanat eserinde simüle etmeye çalıştığımızda bu simülasyonun sayılan kavramların oluşturduğu pencere içinde olması zorunludur. Gerçeğe olabildiğince yakın olması için onu gerçeğin sınırlarından uzak tutarız. Bu bir paradokstur ama aynı zamanda gerçek tanrı ile sahte bir tanrı minyatürü olan sanatçı arasındaki paradoksa tekabül eder.

Bu sınırlar gerçekte kendisine sanal bir yaratıcılık atfeden “sanat erbabı”nın zindanının duvarlarını örer. Sanatçının ya da edebiyatçının hayalleri bile bu sınırları ihlal edemez.(Gerçeküstücülük gibi bazı akımların bu sınırları taammüden ihlal çabası üzerine yapılanmış olması da ayrı bir psikodinamik değerlendirme konusu olabilir.) “…Meğer kul olduğumu anlamak için Allahlık taslamalıymışım! Meğer nasıl yaratıldığımı anlamak için bir adam yaratmaya kalkmalıymışım…”

Ölümü kavrama ve anlamlandırma, hayatı kavrama ve anlamlandırma ile zorunlu ve doğrudan iç irtibatlara sahiptir. Kitabi dinlerde ölümden sonraki hayata ve muhasebeye inanıldığı için inananlar yaşarken dürüst ahlaklı ve “iyilik üzere” olmaları yönünde desteklenir ve uyarılır. Kitabi dinlerden sonra tenasüh fikrine inanan topluluklarda yine benzer bir argümanla o inancın müminleri iyiye davet edilir. Kötü fiiller işleyenler bir sonraki hayatlarında kötü ve azap verici bedenlere girecekler, iyiler ve arınanlar ise daha iyi, güzel, latif bedenlerde misafir edileceklerdir. Brahmanizm, manişeizm ve batınilikte tenasühe inanılır. İslam coğrafyasında 8. Yüzyılda başlayan İsmailiye hareketinin evrimiyle daha sonra karmatilik, mazdekilik gibi birçok versiyonları ortaya çıkan batınilik hareketinin inanç esaslarını belirleyen temel kabullerden biri tenasühtür. İslam coğrafyasındaki batıniliğin Yahudilerdeki karşılığı olarak düşünebileceğimiz kabalizmde de tenasüh inancı belirleyicidir. Tenasüh inancı söz konusu olunca ilk akla gelen inanç sistemi olan Hinduizm’de ise iyilik-kötülük kavramlarının, ahlaki tutum ve değerlerin, davranışların, kısacası tüm hayatın etrafında şekillendiği temel inanç halkasıdır tenasüh.

Ölüm düşüncesinin varlığı insanın sınırsız bir iştahla hemcinslerini sömürmesini önlemeye çalışan dini ve etik sistemleri destekler. Kişiliğin ve benliğin iç üniteleri arasında, meşruiyet sınırı tanımaksızın çıkar ve haz peşinde koşan daha alt basamaktaki yapıların, daha üst yapıları temsil eden ve ahlaki-dini-toplumsal- sanatsal ürünlere kaynaklık eden süreçlerce denetlenmesini kolaylaştırır. İnsanın “terbiye edilmesinde” önemli yer tutar.  Kişinin bireysel gelişimine (tekemmül) katkıda bulunur. Ancak ölüm düşüncesini ifrat derecede öne alarak kişinin yaşanan somut dünya ve gerçeklikle bağlantısını zayıflatacak veya onu önemsiz görecek bir bakış açısının da son derece sağlıksız olduğunu unutmamak gerekir. Stoik felsefenin hayata ve ölüme karşı lakaydisini de aşıp ölüme bir parça daha yakın duran bu tutum bazı tasavvufi pratiklerde de karşımıza çıkabilmektedir.

Bazı insanlar bazı insanlardan daha kolay ölümü kabullenebilir mi? Herkes ölüm karşısında aynı derecede mi korku duyar? Bu sorunun yanıtı hayırdır. Bu korku iki değişkene bağlı olarak büyük oranda değişir:

1- Tabi ki her şeyden önce ölüm karşısında duyulan korku ölümü nasıl algıladığınıza bağlıdır. Ölümün bir kavuşma yeri (visal kapısı) olduğuna inanmakla sonsuz bir yok oluş olduğuna inanmanın ölüm karşısında hissettirdiği anksiyete aynı olmayacaktır. Oyunun kahramanı Husrev, babasının sonunda intihar etmesine neden olan ölüm korkusunun, ölümü doğru anlamlandıramama ile ilintili olduğunu ima eder. Ölüm korkusunun gerçek ilacı ölümün sonsuz ve mutlak bir yok oluş olmadığının derk edilmesidir. Annesiyle arasında geçen aşağıdaki diyalog bunu anlatır:

“-Aptal muharrir! Ölüme ilaç ölümdür. Babamın bu üç kelimesini vaktiyle bilmiş olsaydım hiç yazar mıydım eserimi? Sorar mıydım sana hiç babam kendisini niçin astı diye?

-Baban de hep ölümü düşünürdü. O yüzden öldü.

-O yüzden ölmedi. Söylemiyorsunuz. Onun bütün ilaçlarını döktüler. İlaç şişelerini boşalttılar. Ona başka ilaç bırakmadılar….”

2- Ölümün niteliğine ilişkin inançtan başka, kişinin ölüm karşısındaki tavrını belirleyen çok önemli bir faktör daha vardır: yaşanan hayatın oluşturduğu doyumun niteliği ve düzeyi. Eğer yaşadığı hayattan pişmanlık duymuyorsa, ‘bir hayatım daha olsa aynı şekilde yaşardım’ diyebiliyorsa ölüm karşısında daha güçlü olacaktır kişi.

Muhayyel bir gelecekte güzel günler, mutlu, huzurlu zamanlar yaşayacağı hayaliyle sürekli hayatını erteleyen insanlar psikolojik olarak ölüme en hazırlıksız insanlardır. O günler bir türlü gelmez, o belirsiz hedef hep önlerindedir, kendi gölgelerini kovalar dururlar ve bir gün saat aniden duruverir. Ölüme yapılacak en büyük hazırlık yaşamayı ertelememektir. Ertelenmemesi gereken yaşamaktır. Yaşamak nedir?’in cevabı ise kişinin hayatı ve varoluşu nasıl anlamlandırdığı ile ilişkili olacaktır.

Stoacı felsefecilerin kısa cümlesine geri dönebiliriz:“İyi yaşamak iyi ölmektir.”

 

 

Gıyasettin EKİCİ