TAŞTA UYUYAN GÖRÜNTÜ VE RODİN

TAŞTA UYUYAN GÖRÜNTÜ VE RODİN

 

Taşta bir görüntü uyuklamakta… Bin yıllardan beridir katı taş yatağının içine kıvrılmış uyumaktadır. Çevresindeki her şeyden ve kendisinden habersiz… Geleceğin dölyatağında doğacağı günü -farkında olmadan- beklemektedir. Sesi, ışığı, hareketi ve zamanı donduran bir mekanda… Uzay-zaman grafiği düz bir çizgiden ibaret, saf bir uykunun dingin ritmini çizmekte… Ve bu bin yıllardan beri hep böyle devam ede gitmekte…

Sonra bir gün zayıflamış yüzü, göğsüne doğru gelişi güzel kıvrımlarla inen sakalı, hafif kızarmış yorgun gözleriyle, yakını görürken de hep uzaklara bakan bir adam durur burada. Elindeki kitabı mihaniki bir hareketle koltuğunun altına yerleştirip ellerini önünde kavuşturur. Taşta uyuklayan görüntünün nefes alışlarını duyar gibi olmuştur. Derinlerden bir fısıltı halinde… Görüntü bir an kısa ve kesik bir titreyişle kımıldanır gibi olur ve tekrar donar. Fakat akşam karanlık çökünceye kadar okuyan bu yorgun gözler kımıldayan görüntüyü o anda yakalar, kavrar ve tespit eder. Bir objektifin bir enstantaneyi bir an içinde kavrayıp tespit etmesi gibi. Ruhunda yankısını duyduğu bu görüntünün en ince hatlarını, en belirsiz kıvrımlarını ışık ve yüzeyin değişik bireşimleri ile beraber gözbebeklerine emzirir.

Bileklerinde hissettiği gerilim, taşta uyurken yakaladığı görüntünün yüzey titreşimleriyle eşzamanlı bir tempoya hazırdır artık. Dirseklerine kadar sıvadığı kollarındaki bu gerilim bileklerine, ellerine ve elinde tuttuğu çekicine doğru yumuşak dalgalar halinde yayılır. Her çekiç darbesiyle “kendi varlıkları içinde incecik kabuklu meyveler gibi durmakta olan” görüntüler uyanır ve soyunur. Ve yavaş yavaş “kırık burunlu adam”(Hamme au nez casse’) doğrulur taş yataktan. Kırık burunlu adamın uykusuz ve ıstıraplı başını, “ilk çağların adamı”nın dinç ve hayat fışkıran gergin vücudu izler. “Ve sonra “Havva”,alabildiğine kollarının içine kıvrılmışçasına dışarı doğru uzanmış elleriyle her şeye karşı, hatta değişmekte olan vücuduna karşı kendini savunmak ister gibi, içinde bilinmez geleceklerin kıpırdanmaya başladığı kendi vücudunu dinlercesine öne eğilmiş duruşuyla” ortaya çıkar.

Eliot “gelecek; yaşanmamış bir geçmiş…”derken sanki bütün bunları önceden seyretmiştir.

Çekiç, eller ve kollar Rodin’e aittir.1877 yıllarında “Tunç çağı adamı” ile ilk ortaya çıktığında tabiata öykünmekle suçlanan Rodine.  Oysa Rodin tabiatla bütünleşiyordu. Varoluşun saf ritmine akort ediyordu kendisini. Sanat tabiata ne kadar aykırı olmaya çalışabilirdi ki? Onun kucağında büyüyordu…

Rodin’in elleri daha sonra ışık ve mermerin el ele vererek yoğurdukları o harikulade güzellikteki Danais’e uzandı. Kabuğu sıyrıldığında bir ışık şelalesinin altında biteviye yıkanan omuzlar göründü. Danais’in saçları ise ayrı bir çağlayan olarak mermer zemine akıyordu. Evreka!.. Derken sırtı çıktı ortaya Danais’in. Görüntü o kadar sarhoş edici idi ki Rodin bu uyuyan güzeli uyandırmaktan çekinerek taşa gömülmüş yüzü ve akan saçlarıyla öylece bıraktı.

Güzel bir öykünün belirsiz bitişi gibi, kekremsi ve çekici bir tat ve hava içinde… Bir insanın gözleri bu büyülü görüntü karşısında hep açtır. Bu görüntünün kıvrımlarında ışık ve gölge birbirlerini görkemli bir karşılaşmayla selamlar ve bütünleşirler.

“Rodin daha sonra yapacağı esere doğru yavaş ve kendi içine bakarak yürür…” diyordu Rilke. Çünkü sanatçı doğadaki bir kenarın, bir parçanın ya da taşta uyuyan görüntülerden -ki bunlar sayılamayacak kadar çok ama sınırlı sayıdadır- birinin kendi içindeki yankısını yakaladığı an -ki buna da “ilham” denebilir- atik davranarak onu kendi sanat kalıplarına döküp kendisine mal edebilir.

Var olan gizli biçemin kendi sanatçı duyarlılığında yansımasını beklemek ve onu yakalamaktır sanatçının işi.

Cehennem kapısının üstüne yerleşmiş, dizlerinden sarkıttığı sol elinden bütün bir dünyayı boşluğa az önce bırakmış gibi duran ve kendi içindeki derin ahenge karışmış, bütün bir vücuduyla düşünen o “Düşünen adam” ı gözlerle tanıştırınca kopan alkış tufanı duruldu ve “Rodin düşünen adamı yarattı…” dediler.

Oysa Rodin biliyordu ki Kristof Kolomb Amerika kıtasını yaratmadı (bunu bir keşif olarak nitelendirmek bile o coğrafyanın asli sahipleri olan yerlileri insanlık mirasının dışında bir yerde konumlandırmak iması taşır ki bu kabul edilemez…). Ne Newton yerçekimini yaratmıştı ne de Arşimed suyun kaldırma kuvvetini… Gerçekte sanatçı da bilim adamı da attığı her ileri adımda var olanla biraz daha bütünleşiyordu. Yaratmıyor, buluyordu.

Bir şiirin harfleri, bir bestenin notaları da sonlu sayıda ve yine sonlu tekrarlardan ibaretti. Bu sayı ve tekrarların birbirleriyle olan değişik kombinasyonları ise yine sınırlı bir ilişkiler çeşitlemesi ortaya koyuyordu ki söz konusu sanat yapıtı işte bu sınırlı sayıdaki bir araya gelişlerden(kombinasyonlardan) bir tanesiydi ve kendisini meydana getiren görüngülerin var olmasıyla var olmuş ve fakat saklı kalmıştır. Ta ki diğer olası biçemler arasından sıyrılarak sanatçının  “sanatçı duyarlılığı”nı fon kabul eden bir platformda sanatçıda yansıyıncaya kadar.

Doğa statik değildi. Sükunda bile yüzlerce ama yüzlerce hareketin dinamik bir dengelenişi vardı. İşte sanatçı kendi iç devinimini kaybetmeden bu akışa katılan, mermerle konuşan, kili dinleyen, toprakla kardeş olandı… Onları duyan, dinleyen ve tercüme edendi. Susan ne vardı ki?..

Yahya Kemal, şiirlerini neden bu kadar uzun zamanda bitirdiği -bazı şiirlerini onlarca yıl üzerinde çalışarak bitirdiği bilinmektedir- sorulduğunda saf şiirin yazılmış halde her an var olduğunu ve gerçek şairin yeni şiir yazmakla değil bu var olan biçemi aramak ve bulmakla görevli olduğunu söylemişti.

Çevresini kuşatan türlü varlıkların gizli fısıltılarını derinden derine duymaya başladığı bu dönem için bir şair dostu şöyle anlatır Rodin’i:”Bu iş günleri hep aynı kaldılar. ama şimdi çalışmasına yeni bir şey katıldı; bu da dış dünyayı seyretme, her şeyle birlikte olma ve anlamadır. Bazı kez düşünceli ve minnet dolu bir edayla “Je commence a’ comprendre”(anlamaya başlıyorum) der. “Bu da kendimi ciddi ciddi bir şeye verdiğimdendir. Bir şeyi anlayan, her şeyi anlar. Çünkü her şeyde aynı yasalar vardır.”

Rodin doğayı bir üstat olarak mı kabul ediyordu, her köşesi ya da parçası taklit edilebilir bir büyük eser olarak mı? Yani aktif bir iradi süreç olarak mı yoksa pasif, edilgen bir komposizyon olarak mı?.. Bir büyük üstadın eseri karşısında, çömezlerinin öykünerek onu fethettiklerini sandıkları her aktif karşılaşmadan sonra idraklerinin kıyılarında yeni bir bilinmezlik dalgasının bu muzaffer düşünceyi yıkmasıyla yeni bir fetih hamlesine asil bir Donkişot tavrı içinde yeniden giriştikleri bir döngü olarak mı?.. Bu karmaşık ve kocaman eserin derinliğini her iskandil etmeye kalkmalarında, çömezlerin, gerçekte kendi derinliklerini, kendi ruh, sanat ve bilinç derinliklerini gösteren parametrelerle karşılaştıkları çok yönlü bir modeli mi?..  “Herkes kabına göre denizden su alabilir ve deniz herkesin kabının şeklini alır” derken Mevlana’nın anlatmaya çalıştığı gibi…

“Tabiat bu dostunun (Rodin) hiç bir şeyi ihmal etmesine izin vermiyordu” diye anlatıyor yakın bir dostu. “Kendini mutlu hisseden sabahlar onu erkenden uyandırır ve neşesini onunla paylaşırdı. Bazen uyanıp bahçesini seyre dalar, an olur parkın pırıltılar içinde uyanışına katılmak için Versailles’a, kralın sabah kabullerine gider gibi giderdi. Bu erken saatlerin el dokunulmamış lığını sever, yolda duran her şeye dikkat edip keyiflenir, yerden bir mantar alır ve hayran hayran onu Madame Rodin’e göstererek “bak” der “ve bu sadece bir gecede oluyor. Bütün bu incecik tabakalar bir gecede yapılmıştır. Tabiat harikulade çalışıyor… Je commence a’ comprendre…” 

 

 

GIYASETTİN EKİCİ