suç ve suçlu psikolojisi

HUKUKU İÇSELLEŞTİRMEK VE SUÇ

 

Yasak olanı yapmak suçtur. Yasakları ve yasak olmayanları kim, nasıl belirler konusu ise tartışmalıdır. Tarih boyunca da bir tartışmanın ve mücadelenin konusu olmuştur bu. Konunun teknik ayrıntılarına girmeden, en genel hatlarıyla ele alırsak yasakları ikiye ayırabiliriz:

  • Toplumdan topluma, kültürden kültüre ve zamanla değişen yasaklar
  • Tüm kültürlerde ve zamanlarda toplumun büyük kesimi tarafından kabul görmüş kuralların kapsamına giren yasaklar.

Örneğin otoyola yatıp trafiği aksatan bir ineğe müdahale etmek Hindistan toplumu için kültürel karakterli bir yasakken insan öldürmek, yalan söylemek, başkasına zarar vermek tüm kültürlerde yasaklanan ve suç kabul edilen davranışlardır. Konunun bir boyutu o kadar görecelidir ki bazen acımasız bir yöneticinin-yönetimin koyduğu yasaklara karşı gelmek bir erdem olur, olmuştur.

Galileo, ölüm pahasına ‘dünya dönüyor’ dediği zaman bir yasağa karşı geliyordu. Franz Fanon ve J.P.Sartre Fransa’ya yani kendi ülkelerine karşı Cezayir kurtuluş savaşçılarını desteklerken suç işliyorlardı ama erdemli bir davranıştı yaptıkları. Adalet adına yasaya ve iktidara karşı çıkıyorlardı. Yani yasal olan her zaman adil olan olmuyordu. Kanunlar bazen adaleti ihlal eder ve hatta onunla çatışır.

Bu nedenle yazının bundan sonraki bölümlerinde “suç” derken yasalara değil adalete karşı gelmeyi kast edeceğim, bu çok teorik olsa da. Kurallar veya ilkeler olarak kastettiğim ise hukuk ve hukukun üstünlüğü ilkesidir en temelde.

Bu parantezi burada bırakarak konunun asıl değinmek istediğim boyutunu ele almak istiyorum.

İnsanları adaletli davranmaya, adil olmaya ve suçtan sakınmaya sevk eden asal duygu ve düşünceler nasıl oluşur ve pekişir? Bireylerin ve toplumların suç işleme profillerini ve potansiyellerini neler belirler? Kısacası suçluluğun bireysel ve toplumsal psikolojisini analiz ederken karşımıza çıkan bu soruların cevaplarını araştırırken değinilmesi gereken önemli iki faktörden söz etmek istiyorum:

Birincisi; kuralın,(hukukun) içselleştirilmesidir.

Birincisini anlatmak için bilinen bir fıkra bize yardımcı olacaktır: hani Temel kamyonunun üstünü 5 metre yükseklikte yükle doldurmuş taşırken bir tünel çıkmış karşılarına, üstünde “azami 3 metre” yazıyor. Temel yanındakine “baksana etrafta trafik polisi var mı? Diye sormuş.

-niye ki?

-polis yoksa tünele gireceğim”…

İşte bazı toplumlarda kurallar böyle işler. Kurallara (ve yasaklara) eğer polis, zabıta, jandarma vs. varsa uyulur. Eğer yoksa kural da yoktur. Bu durum, o kişinin kendi içinde bu kuralın gerekliliğine inanmadığını yani bu kuralı içselleştir-e-mediğini gösterir bize. Bu durumda çoğu zaman kendisinin uymadığı kurallara başkalarının uymasını ister ve bekler kişi. Kendisi için başka, başkaları için başka olsun ister ve bunun kendi içinde yaşadığı bir ikiyüzlülük ya da çifte standart olduğunu fark etmez. Bu son durum demokrasi bilincinin çekirdeğini oluşturan bir zihinsel işleyişin varlığı ya da yokluğu demektir aynı zamanda.

Dikkatinizi çekti mi bilmem yukarıdaki tanım, aslında tam olarak çocukların kurallar karşısındaki tavrını ortaya koymaktadır. Çocuk daima yönlendirilir. Yasaklar ve teşviklerle ceza ve ödüllerle kişiliği şekillenir. Toplumsallaşma sürecinde çocuk önce cezadan kaçarak ve ödülü gözeterek kurallara uyar(hiçbir çocuk ilk yasaklarını ahlak kurallarına bağlı olarak oluşturmaz, yalan söylemek onun için masum bir çözümdür mesela, yaparsam annem kızar, babam kızar, polis amca beni hapse atar’ la başlar kurallara uyma). Bu taklit aşamasıdır. Ancak daha sonraki aşamalarda çocuğun niçin öyle davranması veya davranmaması gerektiğini ilkesel düzeyde kavramsallaştırması ve içselleştirmesi gerekir. Aksi takdirde sürekli kendisini kontrol eden bir mekanizmanın varlığı ve bu mekanizmanın olmadığı zamanlarda da kişinin kendi iç dinamikleriyle bunu sürdürememesi, kararlı olmayan, düzensiz hatta kaotik bireysel ve toplumsal ilişkilere neden olur. Daha yalın bir ifadeyle: herkesin vicdanında bir zabıta olmadığı sürece herkesin tepesine bir zabıta gerekecektir.

İnsanın ruhsal-zihinsel gelişiminde (tekâmülünde) çocuk, alt gelişme basamağındaki bir ruhsal süreci temsil ettiği gibi aslında toplumun gelişmesi (tekâmülü) de insanın gelişim sürecine çok benzer. Gelişmesi geri toplumlarda kurallara uyulmaz. Kurallar ya ihlal edilir ya da dış zorlamayla kurallara boyun eğilir. Bu durumdaki kişi kurallara uyduğu zaman da bunu kendi içindeki meziyetin sesine uyarak yapmış olmayacaktır. Aksini yapamadığı için bunu tercih etmiş olacaktır ki bu da meziyet değildir. Uyulan şey kurallar ve ilkeler değil, durumlardır. Bir bakıma “durumu idare etmek”tir.

Örneğin bir banka kuyruğunda beklerken, gelen insanların önce kuyruğun başına, sonuna bakıp sonra başka bir çözüm bulabilir miyim diye ortalardaki boşluklara yanaşma çabalarına eşlik eden tedirgin tereddütleri hepimiz için çok tanıdıktır. Oysa hassas nokta şurasıdır: kişi “dürüst olup kuyruğun sonuna geçmeliyim diye düşünerek davranışını kontrol ediyorsa bu -tabir yerindeyse- ikinci kalite bir dürüstlük olacaktır. Doğru olan diğer bir ihtimalin akla gelmemesidir(akla geldikten sonra reddedilmesi değil). (“ihlasa niyet, ihlası zedeler” sözü de yine aynı şeyi ifade ediyor) “İlkeselliğin içselleştirilmesi” derken kastettiğim budur.

Bunun olabilmesi için toplumu oluşturan bireylerin daha çocukluklarından itibaren bu kuralları, ilkeleri içselleştirecekleri bir eğitim süreci içinde gelişmeleri gerekir. Bu da anne babaların, öğretmenlerin çocuklara sadece “bu yasak”, “bunu yapma”, “öyle yapma”, “şöyle davran” gibi komutlar vermekle yetinmemeleri, onları bunu niçin yapmaları veya yapmamaları gerektiği konusunda aydınlatmaları ve ikna etmeleridir. “Yalan söyleme” demek yerine yalanın ne kadar zararlı olduğunu, nasıl kötü sonuçlara yol açtığını ikna edici örnekler vererek açıklamaları gerekir. İkinci önemli nokta da bunu kendilerinin de uygulayarak örneklik etmeleridir. Alkol alan bir babanın çocuğuna alkolün zararlarından söz etmesi elbetteki ikna edici olmayacaktır.

Bu gelişim süreci içinde çocuk önce babasından çekindiği ve cezalandırılmaktan korktuğu için uyduğu kuralları zaman içinde kendi içinde sorgulayacak ve inandıklarını içselleştirerek uygulayacaktır. Kendi ilkeleri olan, bu ilkelere uymak için çaba gösteren, trafik polisi olmadığı zaman da trafik kurallarına uyan, bunun böyle olması gerektiğine inandığı için öyle yapan biri olarak artık olgun bir erişkin davranışı sergilemeye ve “özneleşmeye” başlamış olacaktır.

Özneleşme sürecini tamamlamamış bir birey toplum tarafından genel kabul gören yerleşik kuralları çiğnemek, başkalarının haklarını ihlal etmek, suç işlemek gibi olumsuzluklara daha eğilimli olduğu gibi bu insanlara çıkar karşılığı suç işletmek de çok kolay olur. Bu nedenle de başkaları tarafından sıkça kötüye kullanılırlar.

Bireyin hukuk sistemi ve siyasal sistem içinde özne olabilmesi, aile içinde, eğitim sistemi içinde, sokakta, kışlada karakolda, hastanede kendisini özne olarak algılama imkânı ve alışkanlığıyla doğrudan bağlantılıdır. Bütün bu alt sistemler içinde kendisine nesne muamelesi yapılmasına alışmış bireyin hukuk ve siyaset alanında özne gibi davranmasını beklemek gerçekçi olmaz. Bu da bir kültür ve gelenek sorunudur aslında. Belki etrafta hiç araç ve yaya olmadığı halde kırmızı ışıkta bekleyecek bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplum haline gelmemiz için biraz daha zaman gerekecektir ama toplumun değişmesinin bireylerin değişmesi ve gelişmesinin toplamı olduğunu hatırlayarak kendimizden başlayabiliriz…

Suç kavramıyla ve suç işleme psikolojisiyle ilişkili ikinci önemli faktör ise ihtiyaçlar hiyerarşisi kavramıdır:

Abraham Maslow, insanların neden farklı zamanlarda farklı gereksinimlerini ön plana çıkardıklarını araştırmış ve bir ihtiyaç hiyerarşisi teorisi geliştirmiştir. Bu teoriye göre, insanın gereksinimleri 1’den 5’e doğru önem sırasıyla:

  1. Fiziksel gereksinimler (yiyecek, su, barınma…)
  2. Güvenlik gereksinimi (emniyet, korunma, sağlık…)
  3. Sosyal gereksinimler (bir topluluğa ait olma hissi, sevgi…)
  4. Saygı görme gereksinimi (toplumda sayılma, sosyal statü)
  5. Kendini gerçekleştirme. Kişisel ilgileri/fikirleri/idealleri ortaya koyma gereksinimi (kendini geliştirme, kişisel yaşamı zenginleştirme, kişisel hedefleri gerçekleştirme)

Maslow’un “ihtiyaç hiyerarşisi” teorisine göre insan, önce en önemli gereksinimini tatmin etmeye çalışır. Bir düzeydeki gereksinim karşılandığı zaman sıra bir sonrakine gelir. Açlık çeken bir insanın (gereksinim 1) çevre sağlığıyla ya da sanat ve estetikle (g. 5) ilgilenmesini bekleyemeyiz. Bu aynı zamanda şu anlama da geliyor: Temel gereksinimlerini (g. 1 ve 2) karşılayamayıp umutsuzluğa kapılmış bireyler ve topluluklarda, ahlaki kaygılar (g. 3 ve 4) ikinci plana gerilediği için temel gereksinimleri karşılanacağı vadedilerek kolaylıkla kandırılabilir ve suça yönlendirilebilir. Dahası kendileri de temel ihtiyaçlarını karşılamak için ahlaki bulmadıkları işlere yönelebilir, suç işlemek zorunda kalabilirler. Aç kalmış ve bu ihtiyacını meşru imkânlarıyla gideremeyen bir insanın otomobil çalmasını mazur göremeyiz ama bir ekmek çalmasına da bir şey diyemeyiz. Bu noktada da toplumdaki düşkün kesimlerin ihtiyaçlarının meşru yollardan giderilebilmesi için hem toplumun kendi iç dayanışmasıyla ortaya koyduğu bazı mekanizmaların, hem de sosyal devlet işlevinin yerine getirilmesiyle ortaya çıkacak sosyal güvence sistemlerinin varlığına ihtiyaç vardır. Adil bir gelir dağılımı ise olmazsa olmazdır elbetteki.

Aksi takdirde -bir şairin ifadesiyle- ayaklar altında kalanlar varlıklarını duyurmak için diken olacaklardır…

 

Dr. Gıyasettin Ekici