DEPRESYON HAKKINDA TÜM SORULAR-2

Blog

Depresyon tıbbi olarak nasıl tanımlanıyor?

 

Depresyon derin üzüntü hali içinde, düşünce, konuşma ve hareketlerde yavaşlama ve durgunluk, değersizlik, güçsüzlük, isteksizlik duygu ve düşünceleri ile uyku, iştah, cinsellik gibi fizyolojik işlevlerin bozulması gibi belirtileri içeren bir sendromdur.

Belirtiler birdenbire ve çevrenin dikkatini çekecek tarzda ortaya çıkabileceği gibi çok sinsi ve yavaş da oluşabilir.

Zaman içinde hem kişinin yaşam kalitesi çok düşer hem de iş, aile ve toplumsal ilişkileri bozulur, böylece ekonomik ve manevi(prestij, sosyal çevre ve arkadaş vs.) kayıplara uğrayabilir.

 

Çoğunlukla tekrarlayıcı bir karakter gösterir ama bir kez depresyon geçirip tekrar yaşamayan insanlar da az değildir. Tedavi edilmediğinde kronikleşebilir ve intihar eğilimleri görülebilir.  Bu gün artık kişinin yaşam kalitesini bozmasına izin vermeden rahatlıkla tedavi edebildiğimiz bir durumdur.

 

Depresyona doğuştan yatkınlık gibi bir durum söz konusu olabilir mi?

 

Aile araştırmalarında bazı ailelerin depresyona daha yatkın olduğunu, bu ailelerde depresyonun normal popülâsyondan daha fazla saptandığını görüyoruz. Yani ailesel bir yatkınlık söz konusu ama bunu genetik geçiş gibi algılamamak gerekir. Bazı kişilik türlerinde de depresyon daha sık görülür. Bu günkü bilgilerimiz depresyona hem doğuştan getirilen kalıtsal özelliklerin ve eğilimlerin, hem de çevresel faktörlerin birlikte etki ederek oluşturdukları yatkınlık zemininde ortaya çıktığı şeklindedir.

 

Hamilelik döneminde annenin geçirdiği ruhsal travmalar bebeğini de ileride depresyona yatkınlık açısından etkiler mi?

 

Annenin depresyonda olması hem annenin hormonal dengelerini etkileyerek hem de annenin beslenmesini olumsuz etkileyerek anne karnındaki bebeği olumsuz etkileyebilir. Doğumdan sonra da annenin bebeğiyle kuracağı ruhsal ve bedensel iletişimi bozarak gelişmekte olan çocuğun yapılanmakta olan psikolojisi üzerine olumsuz etkiler yapabilir. Örneğin yeterince sevgi doyumu yaşamayan çocuk ileri yaşam                        evrelerinde sevgi açlığı yaşayabilir, ya da sevgi kavramına yabancılaşabilir.

Bebeğin doğumdan birinci yaşın sonuna kadarki dönemde annesiyle kurduğu iletişim onun biyolojik gereksinimlerini karşılamanın yanında sosyal ve psikolojik olarak da daha sonra kuracağı ilişki ve iletişimin ilk örneklerini, ilk çekirdeklerini oluşturur.

Bu nedenle annenin bu dönemde bebeğin ihtiyaçlarını geciktirmeden karşılaması, ona yakın ve ilgili davranması bebekte sevgi ve güven duygularının ilk tohumlarını filizlendirir.

Annenin herhangi bir nedenle(fiziksel ya da psikiyatrik bir hastalık, ekonomik, toplumsal, ailesel nedenler vs.) bu sevgi ve güven duygusunu oluşturacak şekilde davranamaması çocukta daha sonraki yıllarda da devam edecek bir sevgi arayışına ve güvensizlik duygusuna yol açabilir. Bu nedenle bu dönemi “Temel güven-Temel güvensizlik dönemi” olarak da adlandırıyoruz. Annenin bebeğiyle olan ilişkisini, ona sevgi ve ilgiyle yönelmesini en fazla engelleyen nedenler arasında depresyonun 1. sırada yer aldığını düşünürsek önemi ortaya çıkar.

 

Kışın doğan bebeklerin ileride ruhsal açıdan daha karamsar oldukları söylenebilir mi?

 

-Bilimsel olarak böyle bir şey söylemek mümkün değil. Doğumun astrolojik zamanı ile kişinin ruhsal durumu arasında kurulan bağlantılar bilimsel bir değer taşımıyor. Ancak doğumun gerçekleştiği koşullar, doğum sonrası bakım, beslenme, anneyle ve çevreyle kurulan iletişimin niteliği, kalitesi gibi birçok etken çocuğun daha sonraki kişilik gelişimini etkileyecek izler bırakabilir.

 

 

Her üzüntü hali halk arasında ‘depresyondayım’ diye ifade ediliyor. Ancak gerçekten ciddiye alınması gereken depresyon belirtileri nelerdir?

 

Günlük yaşantımızda duygu durumumuz her zaman aynı olmaz, dalgalı bir deniz gibi üzülür, sevinir, korkar heyecanlanırız. Bazen durup dururken yani görünür bir neden yokken de hüzünlenebiliriz. Bazen bunlar biraz uzun da sürebilir. Ancak depresyon belirtileri eğer kişinin günlük yaşantısını, iş performansını, insanlarla kurduğu ilişkileri, aile yaşantısını, uykusunu, iştahını, cinsel yaşantısını olumsuz etkilemeye başlamışsa ve bu durum bir süredir böyle devam ediyorsa o zaman klinik anlamda depresyondan söz ederiz ve bunun tedavisini öneririz. İki kelimeyle bunu özetlememiz gerekirse 1-kişinin işlevselliğinin bozulması,2-günlük yaşantısının aksamaya başlaması.

Örnek vermem gerekirse, kişi her sabah işine geç kalmaya başlamışsı, eskiden bir günde yaptığı işi iki günde yapabiliyorsa, eskiden olduğu kadar sosyal aktivitelere katılmıyor, arkadaşlarını eskisi kadar aramıyor, kıyafetine eskisi kadar özen göstermiyorsa, kişisel bakımını ihmal etmeye başlamışsa bu bir depresyondur diyebiliriz.

 

Depresyon tedavisi için doktora başvurulduğunda ilk aşama ne oluyor?

 

İlk olarak depresyonun ortaya çıkış süresi, zamanı, daha önce bir depresyon atağı yaşayıp yaşamadığı, tedavi motivasyonu, tedaviyi güçleştiren tedaviye direnç oluşturacak faktörlerin olup olmadığı, ailesel yatkınlık vs. gibi klinik veriler detaylı bir şekilde araştırılarak ayrıntılı bir tedavi planı oluşturulur. Öncelikle depresyonun ortaya çıkmasında altta yatan bir neden var mı ona bakmak gerekir. Eğen varsa altta yatan nedene yönelik müdahalede bulunmak gerekir öncelikle.  Tedavi planının içinde ilaç da yer alabilir, psikoterapi de, bir takım yaşam değişikliği önerileri de.

 

İlaç tedavisine ne zaman gereksinim duyuluyor?

 

Bu gün için ilaç tedavisine çok özel bir engel yoksa klinik anlamda depresyon tanısı konmuş tüm hastalara ilaç kullanılabilir. Psikoterapi yapılacak olması durumunda da ilaç tedavisiyle birlikte planlanması daha kısa zamanda daha kalıcı bir iyileşme elde edilmesini sağlayabiliyor. Gebelik gibi bazı özel durumlarda ise kullanabileceğimiz ilaçlar olmakla birlikte her iki seçeneğin de muhtemel riskleri konusundaki bilgileri hastayla paylaşarak seçimi onların yapmasını tercih ediyoruz.

 

İnsanlar sıklıkla hangi sebeplerden depresyona giriyor?

Biyolojik ve psikososyal etkenler birbirleri ile etkileşerek depresyona zemin hazırlar. Psikososyal etkenler arasında ekonomik sorunlar, aile içi sorunlar, iş ilişkilerindeki problemler, ağır fiziksel hastalıklar, bir yakının kaybı, evlilik sorunları, eş kaybı, ayrılma-boşanma, çocukluk çağında geçirilmiş acı yaşam olayları gibi etkenler öncelikle akla gelenler. Kişi eğer biyolojik bir yatkınlık taşıyorsa bu etkenlerin de üzerine eklenmesiyle depresyon oluşabilir.

 

Depresyon sebeplerinin çeşitli yaşlarda ortak özellikleri var mı? Gençlikte aşk, erişkinlikte iş kaynaklı gibi…

 

Depresyonun nedeni demeyelim ama depresyonu tetikleyen, diğer etkenlerle birleşerek onu görünür kılan, ortaya çıkaran etkenlerin yaşlara göre dominansından söz edilebilinir. Bunlar bazen depresyonun nedeni mi sonucu mu kestirilemeyen etkenlerdir. Ergenlikte çevreyle ve aileyle çatışmalar, gençlik yıllarında karşı cinsle ilişkiler, erişkinlik çağında kendini gerçekleştirme-iş-saygınlık vs. gibi. Yine yaşlılıkta incinebilirlik artmakta, ölüm korkusu ve artma eğilimindeki çeşitli fiziksel hastalıklar depresyon oranını da arttırmaktadır.

 

Depresyonun cinsiyete göre dağılımı nasıl? Kadınlar daha mı yatkın?

 

Evet depresyon kadınlarda yaklaşık olarak erkeklerin iki katı daha fazla görülmektedir. Ancak son20-30 yılda yapılan araştırmalar bu farkın azalma eğiliminde olduğunu ortaya koymaktadır. Bunda muhtemelen kadının sosyoekonomik durumundaki ve kadınlık rolündeki değişimin payı yüksektir.

 

Çağımızın sorunu yalnızlığın insan psikolojisi üzerindeki etkileri neler?

 

Yalnızlaşma, atomizasyon, aile bağlarının zayıflaması, telaş ve koşturmacalı çalışma temposu, manevi tatminsizlik, dayanışma ve yardımlaşma eğilimlerinin azalması gibi çağımızın baskın özellikleri de psikiyatrik problemlerin ve bu arada depresyonun artışına neden olmaktadır. Örneğin bizim gibi modernleşme sürecini yaşamakla birlikte hala aile içi dayanışmanın, geleneksel bağların ve geniş aile yapısının kısmen korunduğu toplumlarda yaşlılar daha fazla korunduğu için yaşlı intiharları daha azdır.

 

Nasıl yaşayan insanlar depresyondan korunuyor?

 

Aslında bu çok önemli bir soru. Çünkü sorun ortaya çıkmadan onu engellemek, ortaya çıktıktan sonra tedavi etmekten çok daha kolay ve ekonomiktir. Koruyucu psikiyatri toplum ve birey ölçeğinde hayati önem taşıyor kanımca. Sorunun cevabı iki boyutlu; biri toplumsal diğeri bireysel. Bireysel olarak, stresle başaçıkma stratejilerini öğrenmek ve uygulamak, kendine zaman ayırmak, aile ve dostluk ilişkilerini ihmal etmemek, bedensel aktif yaşamak, spor-yürüyüş yapmak ilk akla gelen öneriler…

 

Beslenmenin depresyon üzerinde etkisi var mı? Zaman zaman çikolata, muz gibi mutluluk veren besinlerden bahsediliyor…

 

Doğru ve dengeli beslenmek ve kilo almaktan kaçınmak hem fiziksel hastalıkları önlemek ve onunla bağlantılı olarak ortaya çıkabilecek depresyonu önler hem de kişinin sosyal ilişkilerini ve karşı cinsle olan ilişkilerinin daha iyi olmasını ve kendisini daha iyi hissetmesini sağlamaya yardım edecektir ama bahsettiğiniz iddialar bilimselden çok magazinel.

 

Gerçek kesit, Film gibi ve yaşanmış dramları konu alan benzeri programlar var. Bunların toplum üzerindeki etkileri neler?

 

Bu tür programlar bir yandan insanın insana olan güvensizliğini, kuşkusunu arttırırken bir yandan da insanın insana yardım duygusunu uyarır. Özellikle kurgu senaryolarda sevgi duygusunu uyaracak olanlara ihtiyacımız var. Acıma, kızma, öfke duygularını abartılı yaşayan bir toplumuz ama sevgiyi ihmal ediyoruz. Sevgi öğrenilen ve yaşandıkça çoğalan bir yaşantı biçimidir. Bir şeye daha ihtiyacımız var; kaliteli mizah. İnsanların sadece kusurlarını, eksiklerini malzeme yapmayan bir mizah. Geri zekâlı taklidi yapmaktan öte gitmeyen mizahımız son yıllardaki bazı sit-komlarla bir gelişme yaşıyor gibi. Hayata mizahi bir pencereden de bakabilmek ona katlanmayı kolaylaştırır.

 

Arabesk veya fantezi türü müzik dinleyenlerin psikolojisinin bozulduğunu söyleyebilir miyiz?

 

Böyle bir genelleme yapmayalım ama müziğin insanların çeşitli duygularını uyardığını biliyoruz. Cinsellikten agresyona, hüzünden sevince kadar. Ülkemizde arabesk olarak isimlendirilen müzik türü daha çok insanların keder duygulanımını hedef alıyor. Yine de toptan bir reddediş yerine söz kalitesini yükselterek ve evrensel müzik normları katarak bu tür müziği rehabilite etmek belki daha yararlı olabilir. Sonuçta talebi ortaya çıkaran koşulları sorgulamak yerine sadece mahkûm edici davranmak sorun çözücü olmayacaktır.

 

Hangi hastalıklar depresyona davetiye çıkarır?

 

Pek çok hastalık depresyona neden olabiliyor. Hepsinden söz etmek teknik olarak mümkün olmaz ama belli başlı birkaçından söz edebiliriz.

Alkol-madde bağımlılığında depresyon sık görülür örneğin. Bu maddelerin hem doğrudan kişinin kimyası ve fizyolojisi üstünde yaptığı etkiler hem de sosyal yaşantısını, iş kapasitesini, aile ilişkilerini bozarak dolaylı yoldan yaptığı etkiyle olur bu.

Yine ilk sıralarda bahsedilmesi gereken ve doğrudan depresyonun oluşumu üzerinde etkili olan bazı hormonal hastalıklardan söz etmek gerekir. Çoğumuzun yakından tanıdığı tiroid hormonunun az çalışmasında olduğu gibi.

Ciddi ve ağır fiziksel hastalıklar depresyona neden olabiliyor. İyileşmesi güç ve zaman alan kanser gibi hastalıklarda, kişinin uzun süre onunla mücadele etmesini gerektiren diyabet gibi hastalıklarda depresyon ikincil olarak ortaya çıkabiliyor.

Psikiyatrik hastalıklardan sonra da depresyon gelişebiliyor. Örnek olarak sıkça karşımıza çıkan bir durumdan bahsedeyim; kişinin panik atakları başlıyor, kalbi deli gibi çarpıyor, nefes alamadığını hissediyor, öleceğini düşünüyor ve kendini bir doktora zor atıyor. Çoğunlukla rutin tetkikleri, EKG si, falan yapılıp normal bulunuyor, fiziksel muayene bulgularında bir anormallik bulunmuyor ve hastaya hiçbir şeyi olmadığı söylenerek evine gönderiliyor.

Bu durum birçok kez tekrarladıktan sonra kişi “benim hastalığım var ama kimse ne olduğunu bilmiyor” diye düşünmeye başlıyor. Buradaki çaresizlik duyguları gittikçe kişinin yavaş yavaş depresyonun içine itilmesine neden oluyor. Kişi bazen panik atakları nedeniyle değil, panik ataklarının neden olduğu depresyon nedeniyle bize başvuruyor. Çünkü daha çok bedensel şikâyetlerle ortaya çıkan panik bozukluğunun psikiyatrik bir hastalık olduğunu bilmiyor ama depresyonu biraz daha fazla tanıdığı için kime gideceğini bilmiş oluyor.

 

Paranın, insanların alım gücünün depresyon üzerindeki etkisi nedir? Zenginler daha mı az depresyona girer?

Zenginler depresyona daha az giriyor dersek bu bilimsel olmaz. Ancak depresyonun ortaya çıkmasında bazı psikososyal stresör faktörlerden söz ediyoruz ki ekonomik sıkıntılar, geçim sıkıntısı vs. gibi durumlar bu kapsama giriyor. Evinin kirasını ödemekte, çocuğunun okul masraflarını karşılamakta zorlanan bir babanın ruhsal olarak rahat olmasını bekleyemeyiz. Ekonomik kriz döneminde sermayesini kaybeden iş adamları, işini kaybeden çalışanlar, her an işten çıkarılacağı düşüncesini sürekli bir tehdit olarak hissetmekten kendini alamayan birçok insan depresif şikâyetlerle başvurdu örneğin.

Değinilmesi gereken önemli bir husus da şu; sosyoekonomik yetersizlik insanların psikiyatrik bir sağaltım hizmeti almalarını da engelleyerek sorunu katmerli hale getirebiliyor. Örneğin bizim İstanbul’daki intiharlar üzerine yaptığımız bir araştırmada işsiz ve herhangi bir sağlık güvencesi olmayan depresyonluların daha fazla intihar ettiklerini ve psikiyatrik tedavilerinin de yetersiz ve çoğunlukla yarım kalmış olduğunu saptadık.

 

Depresyonda olan kişiye çevresindekilerin yaklaşımı nasıl olmalı?

Her şeyden önce depresyonu iyi tanımalıyız. Çoğu zaman depresyondaki kişinin yakınları ve çevresindekiler depresyon hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları için yanlış tutumlar takınıyorlar. “Sana rahatlık mı batıyor, daha Allahtan ne istiyorsun, biraz da sen gayret etmelisin, sen istesen bir şeyin kalmaz…” gibi sözlerle depresyondaki kişinin yalnızlığını daha da arttırabiliyorlar. Kimsenin kendisini anlamadığını düşünen kişinin depresyonu daha da derinleşebiliyor.

Doğru yaklaşım öğüt vermek değil, onu anlamaya çalışmaktır. Eleştirel değil destekleyici davranmak, depresyondaki kişinin, kendisinin bir işe yaramadığı ve başkalarına da yük olduğu şeklindeki duygusunu aşmasına yardım etmek gerekir. Sevildiğini ve ilgilenildiğini ona hissettirebilmek yakınlarının yapabileceği en iyi şeylerden biridir.

Sosyal aktivitelere katılmak konusunda zorlayıcı olmayan önerilerde bulunmak yararlı olabilir örneğin onunla birlikte gezintiye çıkmayı teklif etmek gibi. En önemlisi de şu, kişi depresyonu nedeniyle nasıl ki özbakımını ihmal ediyorsa aynı şekilde tedavi için başvurmakta ve önerilen tedaviyi uygulamakta da yetersiz kalabilir, isteksiz ve ihmalkâr davranabilir. Bu durumda çevrenin bu konudaki ilgi ve desteği oldukça önemlidir.

 

 

Tedavi edilmeyen depresyonun sonuçları neler olabilir?

 

Depresyonun hafif, orta, ağır olmasına bağlı olarak değişebilir. Depresyon çoğunlukla ataklar şeklinde gelir. Tedavi edilmeyen depresyon atağı ya kendiliğinden iyileşir ya da kronikleşir. Ancak bu atak kendiliğinden iyileşse bile tedavi olmayanlarda zaman geçtikçe ataklar sıklaşmakta ve gittikçe uzamakta, aradaki iyilik dönemleri kısalmaktadır. Kronikleşenlerde ise tedavisi daha güç hale gelebiliyor ve bazı komplikasyonlar ortaya çıkabiliyor.

Tedavi olmayan depresyonlar uzun zaman içinde kişinin yaşam kalitesini ciddi şekilde bozar. Kişide çok ciddi maddi ve manevi kayıplara neden olabilir.

Maddi kayıplara örnek olarak iş kayıpları, çalışamamaya bağlı ekonomik kayıpları vs. düşünebiliriz. Manevi kayıplar da arkadaş-dost kayıpları, sosyal çevre fakirleşmesi vs. dir.

Düşünün bir arkadaşınız sizi 5 kez telefonla arıyor ve siz depresyonunuz nedeniyle ona olumlu cevap vermiyor ve onu aramıyorsanız o da artık sizi aramamaya karar verecek ve gittikçe yoğunlaşan bir sosyal izolasyon ortaya çıkacaktır.

Alkol kullanımında artma, alkol ve madde bağımlılığı, aile ilişkilerinin bozulması, boşanmalar, ayrılmalar vs. olabilir. En önemlisi de depresyonun tedavi edilmemesiyle depresyondaki kişinin yaşamaya mahkûm olduğu yoğun acı ve sıkıntıdır.

 

Dirençli Depresyon denince ne anlamalıyız?

 

Tedaviye dirençli depresyon deyince yeterli sürede ve yeterli dozda ilaç kullanmasına rağmen iyileşememeyi kastediyoruz. Dirençli depresyonlarda da bu gün farklı yöntemler kullanarak başarı elde edebiliyoruz. Kaba bir anlatımla tedavisi mümkün olmayan değil, tedavisi geç ve güç olan depresyon olarak anlamak daha doğrudur. Her 100 depresyondan 10-20’si dirençli depresyondur.

 

Maskeli depresyon nedir?

           

Depresyonun üzüntülü bir duygu durum içinde hiçbir şeyden zevk alamama, düşünce, konuşma ve hareketlerde yavaşlama ve durgunluk,değersiz olduğunu düşünme,güçsüzlük,bitkinlik,isteksizlik,karamsarlık duygu ve düşünceleri ile fizyolojik bedensel işlevlerde yavaşlama gibi belirtileri içeren bir klinik tablo olduğunu söylemiştik..

Bazen depresyonun bu tipik belirtileri yerine diğer birçok psikiyatrik ya da bedensel hastalığın belirtilerini andırır tarzda fobiler, obsesyonlar, sinirsel bayılmalar, beklenmedik biçimde alkole, kumara, ilaçlara düşkünlük, aile ve iş yaşamından uzaklaşma eylemleri, açıklanması güç cinsel uyumsuzluk, aşırı yeme veya hiç yememe ve daha birçok değişik belirti görülebilir ama altta yatan asıl neden depresyondur. Öğrencilerde okul uyum sorunları, başarısızlık, davranış bozuklukları görülebilir. Bu durum “atipik depresyon” veya “maskeli depresyon” olarak adlandırılır.

Bir türlü tedavi edilemeyen bedensel şikâyetlerde ve özellikle de bu belirtiler stres ve sıkıntıyla artma gösteriyorsa maskeli depresyonun altta yatabileceği unutulmamalıdır.

 

Diğer önemli bir konu da “Doğum sonrası depresyonu”. Doğum sonrası depresyonunun diğer depresyonlardan farkı nedir?

 

Doğumdan sonra, genellikle loğusalığın ilk iki haftası içinde başlayan ve diğer depresyonlara göre biraz daha tedaviye direnç gösterme eğiliminde olan bir depresyon çeşididir. Doğuran kadınların yaklaşık %10-15’inde görülür (Bizim İstanbul’da yaptığımız bir çalışmada %16 oranında doğum sonrası depresyonu saptadık).

Bu dönemde kadınlar üzüntülü, sıkıntılı, ağlamaya hazır görünür. Mutsuzluk, bitkinlik, neşesizlik, isteksizlik, hayattan zevk alamama ilgisizlik gibi yakınmaları olan annelerin bebeğin bakımı için gereken yoğun uğraş ve uykusuzluğa da maruz kalmaları durumu ağırlaştırır.

Sayılan birçok neden arasında doğum ve doğum sonrası dönemde meydana gelen hormonal değişimler, doğum olayının başlı başına oluşturduğu stres ve annelik rolünün getireceği yeni sorumlulukların sıkıntısı başlıcalarıdır.

Doğum sonrası depresyonları çoğu zaman diğer depresyon ataklarına kıyasla hem daha ciddi seyretmekte hem daha sık tekrarlama eğiliminde olmaktadır.

Başlangıç zamanının (doğum) bilinmesi nedeniyle de tedavi açısından fırsat tanımaktadır.

Doğumdan hemen sonra tedaviye başlanan hastalarda daha çabuk ve daha kesin bir iyileşme elde edilebilmektedir.

Çok genç yaşta anne olma, kötü evlilik ilişkisi(ayrılmayı zorlaştıran yeni bir bağın oluşumu nedeniyle),sosyal destek yokluğu gibi bazı durumlar doğum sonrası depresyonunun ortaya çıkması riskini arttırır. Doğum sonrası depresyonu anne-bebek ilişkisini bozarak bebeğin psikolojik gelişimi üzerinde de olumsuz etkiler bırakabileceği için iki kez önemlidir.