aşk ve sevgi üzerine

AŞK VE SEVGİ ÜZERİNE

(Aşkın anatomisi)

Sizce bilim bugüne kadar neden aşktan bu kadar uzak durdu? Ya da onu
görmezden geldi?

Amerika’da psikiyatri profesörü olup, psikiyatrinin kuramsal
yapısına büyük katkılarda bulunan, özellikle saldırganlık üzerine
araştırmalar yapan, ünlü Psikiyatrist Otto F. Kernberg; “Bir
toplantı esnasında arkadaşlarımdan birisi, `Neden bu kadar çok
saldırganlık üzerine çalışıyorsun? Biraz da aşk üzerine çalışsana’
dedi. Bunun üzerine ben de, `bir gün şartlar uygun olursa, bu işle
ilgileneceğime söz veriyorum’ dedim ve işte şimdi ilgileniyorum”
diyor. Kernberg, “Bugüne kadar insanın biyolojik tarafıyla ilgili
birçok araştırma yapılmış olmasına rağmen, öznel bir yaşantı olan
aşk üzerine hemen hemen hiç araştırma yapılmadığını” aşkla
uğraşırken fark ettiğini söylüyor.

Aşk, çok öznel bir yaşantı… Bu yüzden de objektif kriterleri yok,
tarifi yok. Dolayısıyla bilimsel bir araştırma konusu hiç olmamış.
Ancak kuramsal bir takım açıklamalar var.

Peki, aşk nasıl bir duygu? Sevgiden farkı ne? Mesela, ne kadar
gerçekçi bir duygu?

Aşk, çok kısa tanımıyla, bir yanılsamadır. Yine Kernberg’in
değerlendirmelerine kulak verirsek, “bir körlük noktası ve körlük
anıdır. İnsanın ayakları yere bastığında, daha sağlıklı
değerlendirmeye başladığında aşk da biter.” Aşk bir yanılsamadır ama
insanın fiziksel, ruhsal ve duygusal kapasitesini doruğa taşıyan bir
tarafı var. O yanılsama içerisinde böyle müthiş bir güç de
kazanabilirsiniz. Âşık olan kişide hormonal düzeyinden tutun, ruhsal
yaşantısındaki derinleşmeler, incelmeler ve nüfuz etmelere kadar çok
büyük değişmeler meydana gelir. Aşık, çok duyarlı, derin ve güçlü
olur. Başka bir zamanda, maddi ya da manevi anlamda veya ruhsal,
fiziksel mânâda asla kaldıramayacağı yükleri kaldırabilir. Böyle
doping tarafı olan, kişiye güç kazandıran bir duygudur.

Aşkın yanılsama tarafı nasıl gözden kaçıyor? İşin başından “gerçek”
olmadığını bildiği bir duygusuna niçin engel olamıyor? Neticelerini
gördükten sonra mı onun bir yanılsama olduğunu fark ediyor?

Hayır, insan başlangıçta aşkın yanılsama olduğunu bilmiyor. Bir
psikiyatrist arkadaşımla aşk üzerine konuşurken, şunu fark ettim ki;
onun gerçek olmadığını bilseniz de yaşamak isteyebiliyorsunuz. Bunu
serap görmek gibi düşünün. Susamışsınız ve gördüğünüz serap içinde
susuzluğunuzu gidermek ya da onu hayal etmek, insana çok hoş gelir.
Ama siz bunun serap olduğunu bilirseniz, ondan alacağınız doyum
ciddi şekilde azalacaktır. Fakat yine de onu farklı bir deneyim
olarak algılamak isteyebilirsiniz.

Bu durum özellikle evlilikte çok sık yaşanır. Kişi aşık olur, aşık
olduğu insanla evlenir ve çoğunlukla aşk biter. Bundan sonra sevgi
başlayabilir ya da başlamayabilir. Ama evlilik olmazsa, bir araya
gelinmezse, kafadaki idealizasyon devam edeceği için aşk da devam
eder.

Çünkü insanın ayakları hiç yere basmıyordur. Kişi hep o yanılsama
içinde devam ediyordur. Kendi kafasında kurduğu, zihninde var etmiş
olduğu, birçok olumlu özellikler giydirdiği objeyi ya da nesneyi
karşısındaki insanın görünen kimliğiyle maskeler, onu giydirir ve
kafasında idealize ettiği kimseye aşık olur. Aslında o kimsenin var
olan gerçek insanla çok yakın bir ilişkisi yoktur. Bu yüzden
çoğunlukla evlendikten sonra, kavuşmalardan sonra hayal kırıklıkları
olabiliyor.

Son yıllarda insanların aşkı algılama ve yaşama şeklinde bir
değişiklik oldu mu? İnsanlar hâlâ aşkı kutsal buluyorlar mı, yoksa
her şey “normal dozdadır” diyebilir miyiz?

Aşk, bugüne kadar hep bir kutsallık payesi taşıdı. Ben modern
hayatın aşkın büyüsünü biraz kazıyıp, silikleştirdiğini düşünüyorum.
Çünkü artık o platonik ve romantik iklimin dışında, daha mekanik,
daha bedenselliğe taşınan bir ilişki eğilimi ortaya çıkıyor. Duygu
ağırlığı daha az. Günümüzde hissedilen şey, somut ilişkilere ve
somut arzulara dayanıyor. Bu anlamıyla bir değişim ve başkalaşım
yaşadığını söyleyebiliriz. Ama yine de bütün zamanlarda aşk var
olacaktır diye düşünüyorum.

Mesuliyetler, evlilikte aşkı öldürüyorsa, çiftler evliliklerini
nasıl yaşamalılar sizce? Yani uzaktan uzağa mı yaşasınlar?

Bir defa şunu belirteyim, evlilik için aşk şart değil. Bu noktada
sevgi ile aşkın ayrımına geliyoruz. Aşk, bir yanılsamadır ama sevgi
gerçektir. Sevgide kararlılık, aşkta tutku ve sabırsızlık vardır.
Sevgi, sağlam temeller üzerine oturur ama aşk uçucudur. Sevgi, iradî
bir çabayla oluşturulup, sürdürülebilir.

Ama aşk insanın iradesini esir alır, kişi hipnotize edilmiş gibidir
ve bunun farkına bile varamayabilir. Aşık bütün dikkatini ve ruhsal
odaklanma halini o nesneye ve o duruma yönelttiği için diğer
noktalarda körlük hali yaşar. O tarafta gördüğü de bir körlüktür
aslında. Çünkü ona olmadığı kadar çok kıymet vermiştir ve sahip
olmadığı değerlere sahipmiş gibi hissetmiştir. Bu tamamen kendi
iradesi dışındadır.

Ama sevgi öyle değildir. Sevgiyi, bilinçli, iradî bir şekilde
arttırıp, pekiştirebilirsiniz. Bu da her insanı gerçek taraflarıyla
görmekle mümkün olur. Çünkü her insanın olumlu ve olumsuz
özellikleri vardır. Hiçbir insanın pür olumlu ya da pür olumsuz
olamayacağını bilmeliyiz. Her insanda değişik kişilik ve karakter
yapılarından damarlar bulunur. Ama bu damarlardan bazıları insanda
daha fazla, bazıları daha azdır.

Mesela, bazılarımız edilgen ve bağımlı iken, bazılarımız daha baskın
veya çatışmacı olabiliriz. Yani insanları saf bir şekilde “bu ya da
şu elementtir” diye ayıramıyoruz. Aşık, sevdiği kimseyi bütünüyle
altın zanneder. Hatta o altına altının sahip olmadığı bir kutsallık
atfeder. Oysa sevdiğimiz zaman karşımızdakinin olumlu ve olumsuz
taraflarını ayrı ayrı, kefenin farklı taraflarına koymayı öğreniriz.
Bazen bu kefede olması gereken bir şeyin diğer kefede olduğu
durumlar yaşanabilir; ama bunların oranları azdır. Çok büyük hayal
kırıklıkları oluşturmaz sevgi. Hem zaten karşınızdakinin olumlu
özelliklerine odaklandığınız da onu daha çok geliştirirsiniz ve
zaman içinde sevdiğiniz kişi, sevilmeyi daha fazla hak eden biri
haline gelebilir.

Karşılıklı ilişkilerde, “ben senin dürüstlüğünü çok seviyorum”
dediğiniz bir insan sizin yanınızda dürüstlüğüne daha çok
sarılacaktır. Sevgi, gerçekçi bir şekilde güzellikleri fark etmek ve
onları besleyip, büyütmektir. Siz sevdiğiniz insandaki müspet
hasletleri, istidatları, neşv ü nema bulacak şekilde
besleyebilirsiniz. Sevginin iradî bir seçim olması ve iradi
süreçlerce beslenmesi, işte bu demektir. Sevgi zaman içerisinde
demlenir ve her geçen gün biraz daha köklenir. Ama aşk zamanla
mutlaka solar.

İnsanlarda aşkla birlikte yaşanan duygulardan bir tanesi de,
parçalanmışlık ve dağılmışlık duygusu… Biraz evvel duygusal bir
kırılma ile sonuçlanacağını bildiğim halde böyle bir duyguyu
yaşayabilirim, dediniz. O halde benliğimiz düşüp kırılabilir de aşk
sırasında…

Aşkta bir süre kendinizden vazgeçiyorsunuz ve kendinizi merkez
olmaktan çıkarıyorsunuz. Bu durum aslında çok ilginç bir felsefî
arka plana sahip. Yani birbiriyle tam zıt olan iki çekirdek beraber
bulunuyor. Böyle enteresan bir yanı var aşkın. Bir de karşınızdaki
nesneyi ya da özneyi çok fazla seviyorsunuz ve kendi merkezinizi
esas alarak onu kendinize mâl etmek istiyorsunuz. Karşınızdakini
beğenilerinizden yola çıkarak belirliyorsunuz, tabir yerindeyse
yeniden “inşa” ediyorsunuz. Neticede kendi “bencilliğinizle”
oluşturduğunuz şeye de bütün duygularınızı yatırıyorsunuz.

Bu yönüyle baktığınız zaman, son derece egoistçe bir durum. Ama bu
derinliği bir kenara bırakıp, daha yüzeysel haliyle bakarsak, geçici
olarak kendi egonuzu ortadan kaldırıp bir başka nesneye ya da özneye
bütün hayatını veriyorsunuz. Sizi, o belirliyor. Bu süreçte
beğenileriniz, duygularınız, düşünceleriniz, zevkleriniz hızla
değişebiliyor. O, “ben bezelye seviyorum” dediği için siz önceden
hiç yemediğiniz bezelyeyi sever hale gelebiliyorsunuz. Çünkü bezelye
yediğiniz zaman hep aklınıza o geliyor.

Aşık olma potansiyeli bakımından kadın erkek farkı var mıdır? Yoksa
iki cins arasında yakın oranlar mı söz konusu?

Evet, oranlar birbirine yakın. Fakat iki cins arasında bence bir
farklılık var: Erkekler aşkı daha beden ağırlıklı, tensel
yaşayabiliyorlar. Kadınlarda duygusal yoğunluğu fazla olan bir aşk
temayülü var. İdealizasyon süreci kadınlarda daha güçlü. Erkekler,
bedensel ağırlıklı olmasının sonucu olarak daha tutkuyla ama
duygusal boyutu daha zayıf şekilde yaşıyorlar aşk tecrübelerini.

Bu sebeple ileriki dönemler için şöyle bir fark çıkıyor ortaya:
Erkek aşk nesnesine eriştiği zaman aşkı hızla tükeniyor ve yok
oluyor. Ama kadın için tam tersi söz konusu. Eğer o duygusal yaşantı
ve yatırım, bir hayal kırıklığı ile un ufak olmazsa, daha da
şiddetlenerek güçlenebilir hisleri. Aşka bedensel boyutun eklenmesi,
kadın için aşkın kuvvetini arttırıcı bir etki yaparken, erkek
açısından çıkıştan sonraki iniş sürecini başlatabilir.

Peki, kadınla erkek aşkı yaşayış biçimlerindeki bu farklılık, aşkın
sonucunu etkiler mi?

Evet, erkekler şunu söylüyorlar: “Biz aslında çok iyi geçinip
gidiyoruz. Herhangi bir problem yok, ama hanım yaşadıklarımızdan bir
türlü tatmin olmuyor. Sürekli benden mum yakmamı, çiçek getirmemi
istiyor. Oysa biz artık evli bir çiftiz, bunlara ne gerek var?”

İnsanın en deli dolu olduğu zaman, ergenlik çağı. Bu dönemde
gençler, çok büyük aşklar yaşadıklarını düşünebiliyorlar bazen.
Aileler aşkın pençesine düşmüş çocuklarını bu durumdan kurtarmaya
çalışıyorlar çoğunlukla. İnsanın yetişkinliğe ilk adımlarını attığı
bu süreçte duygu dünyasında neler değişiyor?

Ergenlik dönemi birçok açıdan bir herc ü merc, bir ihtilal dönemi.
İnsanın duygularıyla birlikte hormonlarının da değişmesi, bedensel
yapısındaki farklılaşmalar erişkinliğe geçiş arifesinde bir anafor
oluşturuyor. Birçok şey yıkılıyor ve yerine yenileri yapılıyor. Bu
dönemde aşkın dışında kişinin duygu dünyasında büyük değişimler
yaşanıyor ve bütün bunların sonucu olarak da karşı cinse yönelmede
yanılsama eğilimi doruk düzeyde çıkıyor. İşte bu sebeple, tutkulu
ama ayakları daha az yere basan aşkları tanımlamak için “liseli
aşklar” diyoruz.

Bu dönemde anne babalar, duygusal yatırımı ve uzlaşmayı çoğunlukla
göz ardı ederek, durumu yalnız somut kıstaslarla değerlendirirler.
Bu, yanlıştır. Ama aynı zamanda çocuğun öznel değerlendirmelerini,
yanılsama eğilimini de bütünüyle göz ardı etme, tamamıyla ona teslim
olmak da olmaz.

Bizim uzman olarak anne babalardan farkımız burada ortaya çıkıyor.
Biz, hem onu anlamaya, onun duygularını veri olarak bir tarafa
koymaya çalışıyoruz. Hem de o duyguların içindeki yanılsama
damarlarını ayıklamaya çalışıyoruz. Ailelerin tutumu, daha kategorik
ve toptancı oluyor. Çocuğa hayali olarak kafasında kendisinin
oluşturduğu ve gerçekle çok fazla bağlantısı olmayan resmin
tanıtılmasında anne babaların çok büyük rolü var. Ama ebeveynlerinde
bir eğitim sürecinden geçerek, kendilerini eğitmeleri, bu dönemler
hakkında bilgilenmeleri gerekiyor.

Son olarak aşkla ilgili neler söylersiniz?

Bazen güzel bir rüyayı tekrar görmek için gözlerimizi kapatırız, ama
o rüya geri gelmez. Aşk hakkındaki sözlerimiz de, gördüğümüz bu
güzel manzaranın rüya olduğuna ilişkin bir gerçeği yansıtıyor. Ama
yine de zaman zaman istemli bir şekilde gözlerimizi yumarak, rüyaya
devam edebiliriz. Fakat her rüyadan önce o rüyanın sonucunda bir
hayal kırıklığı yaşayabilme ihtimalimizin de olduğunu kabul ederek
uykuya dalmak gerekir.

Aşık olmak, kötü bir şey değil. İnsanların tecrübe etmeleri gereken
bir durum. Ama aşktan çok daha zor olan bir şey varsa o da, kendi
duygularımızın dışına çıkarak hissettiklerimizi analiz etmek. Yani
kendimize karşı ihtiyatlı olmamız. Bunu bir kayıt ve ihtimal olarak
aklında bulundurur ve sevgi yatırımını buna göre yaparsak, neticede
yaşayacağımız duygu güçlü bir sevgi olacaktır.

http://www.moraldergisi.com/yazilar.php?s_id=29&id=terapi